Hakkında

  • İLYAS BAĞATUR 30 Yazı

    Tüm Yazıları
Biz Mustafa Kemal\'in askerleri miyiz, yoksa Abdülhamid\'in torunları mı?

Tarihsel kültürümüz ideolojiktir; bu yüzden eğitim sistemimiz asla tam anlamıyla düzelmeyecek ve ekonomik refaha ulaşamayacağız. Üstelik, tarihe mal olmuş bu iki büyük insanı, Mustafa Kemal ve Abdülhamid'i, birlikte saygıyla anamayacağız.

Ancak, bugünkü siyasi pozisyonlarımızla tarihi yorumlamamak gerekiyor. Tarih siyah ve beyaz değildir; aksine gridir. Bir dönemi karalayıp, diğerinden siyasi kazanç sağlamaya çalışmak, ortak aidiyet bilincimizi zedeler. Ne yazık ki her iki taraf da ortak zemini sarsıyor.

Fransa, ardı ardına beş cumhuriyet kurmuş bir ülke olmasına rağmen, orada bir tarih devamlılığı vardır ve farklı dönemler birbirini reddetmez. Örneğin İngiltere'de, Oliver Cromwell hakkında kimse olumsuz konuşmaz. Cromwell, hanedanlığı devirmiş ve çizmesiyle İngiliz Parlamentosuna girip tarihi değiştirmiş olmasına rağmen, tarih o noktada kalmıştır, tartışması bitmiştir. Biz ise hala olgunlaşmamış bir ulus-devlet refleksiyle Osmanlı’ya dışlayıcı yaklaşmakta ya da cumhuriyetin büyük kazanımlarını görmezden gelmekteyiz. Oysa kimse Osmanlı hanedanına dönmeyi düşünmüyor; dönülemeyeceğini zaten herkes biliyor. Üstelik neden istensin ki? Böyle bir tehlike varmış gibi sürekli gündemde tutmak doğru değil.

Devamı
Zincirleri Kırmak, Gerçek Özgürlük Nedir?

Özgürlük, çoğu zaman yanlış anlaşılan ve sıkça tartışılan bir kavramdır. Öyle ki, birçok insan özgürlüğü, her istediğini yapabilmek olarak görür. Ancak özgürlük aslında negatif bir kavramdır; tam olarak ne olduğu değil, nerede eksik kaldığını fark ettiğimizde anlam kazanır. Eğer yaşamımızda hiçbir engel ya da sınırlama olmasaydı, özgürlüğü fark edemezdik. Çünkü özgürlük, ancak sınırlarla birlikte var olur.

Özgürlüğümüz, doğa yasaları ve sosyal kurallarla çevrilidir. Bu sınırlara uyduğumuzda, özgür hissederiz. Örneğin, yüzme bilmeden denize atlarsanız boğulursunuz; elinizi ateşe sokarsanız yanarsınız. Bu fiziksel sınırlamalar doğanın bir parçasıdır ve onlara uyarak güvenli bir şekilde hareket ederiz. Aynı şekilde, toplumsal yaşamda da yasalara ve normlara uymak, bizi daha özgür kılar. Trafik kurallarına uyarak kazalardan kaçınırız, kanunlara uyarak sosyal düzenin parçası oluruz.

İrade ve Özgürlük Arasındaki Bağ

Filozoflar, insan davranışlarının özgür olup olmadığı konusunda uzun yıllardır tartışıyorlar. Bilimsel bir perspektiften bakıldığında, her şey bir neden-sonuç ilişkisi içinde gelişir. Bu düşünceye göre, özgürlük bir yanılsamadır. Ancak, hayatın içinde yaşadığımız deneyimler, bize bir özgürlük hissi verir. Birini kırıp kırmamak, doğru ya da yalan söylemek gibi kararlar bizim elimizdedir. Bu sorumluluk, bizi diğer canlılardan ayıran ve insan yapan en temel farklardan biridir.

Bu noktada, içsel özgürlüğe geliyoruz. İnsanı insan yapan en değerli özgürlük, ahlaki ve iradi özgürlüktür. Fiziksel olarak kısıtlanmış olsak bile, içsel özgürlüğümüz varsa gerçekten özgür olabiliriz. Bir kişi, bir zindanda bile olsa irade özgürlüğüne sahipse, hiçbir zincir onu esir edemez. Tarihten büyük liderler ve düşünürler bunu defalarca kanıtlamıştır. Örneğin, Sokrates, ölümle yüzleşirken bile düşüncelerinden ve ahlakından ödün vermediği için özgürdü. Nelson Mandela, 27 yıl hapis yattı ama özgürlüğünden hiçbir zaman vazgeçmedi.

Günümüz Dünyasında Özgürlük ve Bağımlılıklar

Modern çağ, insanların özgürlüğünü yeni yollarla sınırlandırıyor. Teknoloji ve sosyal medyanın aşırı kullanımı, insanları daha bağımlı hale getirerek özgürlüklerini kısıtlıyor. Her gün sosyal medyadan kopamayan, sürekli ekran başında vakit geçiren biri, aslında iradesini bir cihaza teslim etmiş durumda. Özgürlük, ihtiyaçlarımızın esiri olmadan yaşamayı başarabildiğimiz ölçüde mümkündür. İhtiyaçlarımızı ne kadar azaltabilirsek, o kadar özgür olabiliriz.

Bir başka örnek, maddi zenginlik peşinde koşan insanlardır. Daha fazla kazanç elde etme arzusu, bireylerin özgürlüğünü kısıtlar. Ekonomik özgürlük, para kazanmak ve istediğin gibi harcama yapabilmekle sınırlı değildir. Gerçek ekonomik özgürlük, servetinize bağımlı olmadan yaşayabilmektir. Bu nedenle, "Ne kadar çok şeye ihtiyaç duyarsanız, özgürlüğünüz o kadar kısıtlanır" sözü oldukça anlamlıdır.

Özgürlük ve Toplumsal İlerleme

Özgürlüğün olduğu toplumlarda insanlar potansiyellerini ortaya çıkarır ve büyük eserler yaratır. Bilim, sanat, edebiyat özgür ortamlarda gelişir. Özgürlüğün olmadığı, baskının hüküm sürdüğü yerlerde ise insanlar düşüncelerini dile getiremez. Eleştirinin susturulduğu, yalnızca tek bir düşüncenin egemen olduğu toplumlarda ilerleme durur. Totaliter rejimlerde, halkın özgürlüğü elinden alındığında sadece diktatörü övmek serbest olur. Düşünce özgürlüğünün olmadığı bir yerde ne bilim ne sanat ne de toplumsal gelişme mümkün olabilir.

Sonuç: Özgürlük Sorumluluk İster

Özgürlük, hiçbir engelin ya da sınırın olmadığı bir dünya demek değildir. Aksine, özgürlük, sınırların farkında olmak ve bu sınırlar içinde irademizi kullanarak kararlar alabilmektir. Doğa yasalarına ve toplumsal kurallara uyarak daha özgür olabiliriz. Özgürlük, başkalarına bağımlı olmamak ve kendi iradenizin efendisi olmaktan geçer.

Devamı
Adaletli Yönetim ve Paylaşım: Toplumsal Refahın Anahtarı...!

Toplumların gelişiminde adaletli bir yönetim ve paylaşım esas olmalıdır. Tarih boyunca pek çok millet, liderlerinin adaletsiz uygulamaları ya da kendi çıkarlarını ön planda tutan politikaları yüzünden sıkıntılar yaşamıştır. Osmanlı İmparatorluğu'nda yükselme döneminden sonra başlayan çöküş sürecinde, liyakatsiz yöneticilerin kendi menfaatleri doğrultusunda hareket etmeleri, imparatorluğun gerilemesine sebep olmuştur. Aynı şekilde, Avrupa'da feodal sistemin yıkılmasının temel sebeplerinden biri de, soyluların halkın sırtından zenginleşmesi ve kaynakları haksız şekilde kullanmasıydı.

Günümüzde de benzer durumlarla karşılaşabiliyoruz. Ülke kaynaklarını sadece belirli bir zümreye aktarma çabası, toplumun geri kalanında büyük bir adaletsizlik ve güvensizlik yaratır. Oysa, gerçek siyaset; bir ülkenin tüm vatandaşlarını kucaklayan, onların refahını ve mutluluğunu artırmayı amaçlayan bir anlayışla yapılmalıdır.

Toplumsal barış ve refahın sağlanması için, "bizden" ya da "sizden" ayrımını bir kenara bırakarak, ülkenin tüm kaynaklarını adaletli bir şekilde dağıtma sorumluluğu taşıyan bir yönetime ihtiyaç var. Toplumun her kesiminin eşit imkanlara sahip olduğu, kimsenin dışlanmadığı bir anlayış, sadece günümüzün değil, geleceğin de en büyük güvencesi olacaktır. Bunu gerçekleştirmek içinse, çıkar ve menfaat peşinde koşan bir anlayış yerine, ortak değerleri ve toplumsal refahı gözeten bir siyaset benimsenmelidir.

Devamı
Aklın İhmali: İslam Dünyasının Yanılgıları ve Tarihi Dersler...!

İslam dünyası bugün ciddi bir sınavdan geçiyor. Yaşanan zulümler, özellikle Filistin'deki trajediler, haklı olarak birçok Müslümanın kalbinde derin yaralar açıyor. Ancak, bu acı dolu tabloyu sadece dış güçlerin zulmüne bağlamak, olayların tamamını kavrayamamak olur. Bu noktada, liderlerin stratejik hataları ve akıl tutulmaları da göz ardı edilmemeli.

Hamas’ın son çatışmalardaki tavrı, bu tür bir akıl tutulmasının çarpıcı bir örneğidir. Evet, İsrail’in acımasız saldırıları sonucunda binlerce masum insan hayatını kaybetti, on binlercesi yaralandı, şehirler yerle bir oldu. Ancak bu trajedinin gerçekleşmesinde Hamas’ın liderlerinin hiç mi payı yoktur? Güçlerini doğru değerlendirmeyip, ölçüsüz ve plansız bir saldırıya giriştiler. Bu, sonuçlarını düşünmeden atılmış aptalca bir adımdı. Oysa ki, Allah’ın insanlara bahşettiği en büyük nimetlerden biri akıldır. Akıl ve strateji, en zor durumlarda bile rehber olmalıdır.

Tarihte aklın ve stratejinin ön plana çıkarıldığı örnekler mevcuttur. Hz. Halid bin Velid, Roma ordusuyla karşılaştığında Müslümanların sayıca dezavantajlı olduğunu görmüş ve İslam ordusunu büyük bir deha ile geri çekerek kurtarmıştır. Bu stratejik geri çekilme, Peygamber Efendimiz tarafından ödüllendirilmiş ve Hz. Halid’e "Seyfullah" unvanı verilmiştir. Bir başka örnek ise Hudeybiye Antlaşması'dır. Peygamber Efendimiz, o dönemde Müslümanların çıkarlarını korumak adına müşriklerle antlaşma yapmış, bu karar o an için anlaşılmasa da uzun vadede büyük bir stratejik zafer olarak tarihe geçmiştir.

Bugün de, duygusal tepkilerle hareket eden, tarihten ders almayan bazı grupların yanlış stratejileri ve akılsızca adımları, büyük trajedilere yol açıyor. Bu grupların hatalarını dile getirmek, İslam’a veya Müslümanlara karşı bir tavır değildir. Tam aksine, bu tür hatalardan ders çıkarılmasını ve aynı hataların tekrarlanmamasını sağlamaya yönelik bir çabadır.

Tarih okumayan, Siyer-i Nebi’den bihaber olanların saldırılarına maruz kalmak, sadece acı bir durumdur. Belki iyi niyetliler, ancak zekâlarını doğru yönlendiremediklerinden, olayları objektif bir şekilde değerlendiremiyorlar. Tarihten alınacak dersler, bugünkü stratejilerimizi şekillendirmelidir. Aptallığın ve akılsızlığın, İslam dünyasına daha fazla acı getirmesine izin vermemeliyiz.

Devamı
Neden Bu Durumdayız?

İslam dünyası, bugün parçalanmışlık ve iç çekişmelerle boğuşuyor. Bu durum, büyük ve köklü bir medeniyetin, küçük ve organize bir yapıyla başa çıkamamasına yol açıyor. Küçük bir ülke olan İsrail karşısında yaşanan yenilgiler ve maruz kalınan hakaretler, aslında bu bölünmüşlüğün acı bir sonucu.

Birlik ve beraberlik olmadan, kimse bu başarısızlıkların sorumluluğunu üstlenmiyor; herkes suçu başka birine atma peşinde. Müslümanlar ise genelde sadece düşmanı kınamakla yetiniyor. Ancak düşmanın kınamayla durdurulabileceğini düşünmek bir yanılsamadan ibaret.

Tarihte, küçük ama birlik içinde hareket eden orduların, büyük ama dağınık orduları nasıl mağlup ettiğine dair sayısız örnek var. Bugün de modern dünyada bu durum, teknolojik yeniliklere hızla adapte olan küçük ülkelerin, devasa ama hantal yapıları alt edebilmesiyle kendini gösteriyor.

Artık Müslümanlar, eleştirilerini dışa değil, içe çevirmeli. Bir adım geri çekilip, nerede yanlış yaptıklarını sorgulamalılar. Kendi içimize dönüp, eksiklerimizi, hatalarımızı bulmak ve düzeltmek zorundayız. Birlikte hareket edebilmenin, ortak bir hedefe yönelebilmenin yollarını aramalıyız. Ancak bu şekilde, sadece ayakta kalmakla yetinmeyip, daha güçlü bir geleceğe doğru adım atabiliriz.

Devamı
Dünya Hiçbir Zaman Kolay Bir Yer Olmadı..

Geçmişi idealize etmek, o zamanlarda insanlığın daha iyi olduğunu, komşuluk ilişkilerinin daha güçlü olduğunu, dostluğun ve yardımlaşmanın yaygın olduğunu düşünmek bir yanılgıdır. Bugün şikâyetçi olduğumuz haksızlıklar, zulümler ve kötülükler, geçmişte de vardı, hatta çok daha fazla vardı.

Geçmişin kötülüklerini ve vahşetlerini görmezden gelerek, o zamanların sadece iyi yönlerini hatırlamak kendimizi kandırmaktır. Eskiden bugünden daha fazla kötülük mevcuttu. Akıl almaz zulümler yapılıyordu. İnsanlar savaşlarda mağlup ettiklerini köleleştiriyor ve ömür boyu özgürlüklerinden mahrum bırakıyorlardı.

İslam tarihinde bile, örneğin ilk Abbasi halifesi Ebü’l-Abbâs Es-Seffâh’ın lakabı "çok kan dökücü" anlamına gelir. Yine Abbasi Halifesi Harun Reşit, bazı aşiret liderlerini sarayına çağırıp kılıçtan geçiriyor ve üzerlerine halılar sererek ziyafet veriyordu.

Roma İmparatorları Caligula ve Neron, su gibi kan akıtıyor, yanan yerlerin alevlerini zevkle seyrediyordu. Timur, teslim olmayan şehirleri kılıçtan geçiriyor, insan kellelerinden piramitler yapıyordu ve Dicle ile Fırat’ın suları kırmızıya boyanıyordu.

yüzyılda Yusuf Has Hacip, insanların kötülüğünden yakınıp dünyanın sonunun yaklaştığını söylüyordu. Kıyamet kopmadı, ama haksızlıklar ve kötülükler devam ediyor. Ancak geçmişte çok daha büyüktü.
Osmanlılar ve diğer Müslüman devletler, 20. yüzyılın başına kadar köleliği ilga etmediler. Kadın ve erkek köle pazarları vardı. İnsanlar mal gibi alınıp satılıyor, dişlerine bakılıyordu.

Üzülerek belirtmek gerekir ki, köleliğin ilgasında Batılılar, özellikle İngilizler öncülük ettiler. Dünyada köleliği ilk kaldıran İngilizlerdir. Daha sonra Amerikalılardır ve bu nedenle iç savaş çıktı.

Gerçeği görmek ve gerçeğe sadık kalmak bizi kurtarır. Kimse yanlış anlamasın; mevcut kötülükleri ne mazur görüyor ne de kabul ediyorum. Lafı, edebiyatı bırakalım. Ne yapabiliriz, nasıl düzeltebiliriz; bunun üzerinde duralım. İslam, adalet, merhamet ve yardımlaşma prensipleri üzerine kurulu bir din olarak, bu prensipleri hayatımıza nasıl daha fazla katabiliriz, bunu düşünmeliyiz. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (sav), "Komşusu açken tok yatan bizden değildir" buyurmuş ve bizlere yardımlaşmanın önemini vurgulamıştır. Bu öğretileri hayata geçirmeye çalışarak, daha adil ve merhametli bir dünya için çaba göstermeliyiz.

Devamı
Medya Figürlerinin Siyasetteki Rolü: Gürültü mü, Gerçek Etki mi

Günümüzde, siyasetin dışında duran ancak kamuoyunu etkileyen birçok figür var: gazeteciler, TV yorumcuları, sosyal medya aktörleri, araştırmacılar ve benzerleri. Ancak ironik bir şekilde, siyasetin gerçek karar vericileri olan siyasetçiler, bu figürlere ayar verme yetkisini doğrudan veriyorlar. Bazı medya figürleri ise bu yetkiyi, eleştirel bir yaklaşımla değil de kaba bir dil ve çirkin üslupla kullanarak kendilerine bir rol biçiyorlar.

Bu durumda, "besle kargayı oysun gözünü" misali, siyasetçilerin desteğiyle güçlenen bu medya karakterleri, zaman zaman siyasi arenada etkili olmaya çalışıyorlar. Ancak bu etki sıklıkla sınırlı kalıyor ve genellikle yüksek sesle bağırmaktan öteye gitmiyor.

Özellikle sosyal medyanın gücünün arttığı günümüzde, her mahallede birkaç dilbazın bulunması yaygın bir durum haline geldi. Bu kişiler, genellikle sosyal medya platformlarında siyasi tartışmaları ve olayları çarpıtarak, kendi takipçi kitlesini beslemeye çalışıyorlar. Ancak bu çabalarının ne kadar etkili olduğu, sadece kendi mahallelerinde veya takipçi gruplarında sınırlı kalabiliyor.

Sonuç olarak, siyasete dair tartışmalarda "ayar vermeye" çalışan bu tür figürler, genellikle kendilerini ifade etme biçimleriyle ve üsluplarıyla öne çıksalar da, gerçek siyasi etkiden uzak kalabiliyorlar. Etkili bir eleştiri veya katkı sağlamak yerine, sıklıkla gürültü ve polemik üretmekle yetiniyorlar.

Devamı
İNSANIN BEDENİ EKMEĞE, RUHU ÖZGÜRLÜĞE İHTİYAÇ DUYAR

Siyasal’ın kökensel işleyiş biçimi vaad etmektir, yani siyasetçiler vaad edebildikleri, halka herşeyin daha iyi olacağı umudunu verebildikleri ölçüde varolurlar. 
yerleşik iktidar da halkı giderse herşeyin daha kötü olacağına inandırmak ister.
biri müjdeler, diğeri korkutur.
vaad (müjde) - vaîd (korku)
ikisi de gelecekle ilgili: olumlu veya olumsuz, iyimser veya kötümser.
ikisi de yalanın bir biçimi, ikisi de ikna sanatının (retorik) birer aracı çünkü.
halk belki güvenlik içinde olmak ister ama daima en eşitlikçi, en özgürlükçü vaadlere inanır.
peki niçin?
yaşamın temeli güvenlik ve ekonomi olsa bile toplumsallığın özü eşitlik ve özgürlüktür, çünkü önemli olan (gerçek) sonlu, değerli olan (umut) sonsuzdur, sonsuz olansa yücedir.
insanın bedeni ekmeğe, ruhu özgürlüğe ihtiyaç duyar, en yoksun olduğu şeye: haysiyete.

Devamı
İki Cami arasında be namaz olmak...

Eskiden Türkiye'nin yönü, demokrasi gibi bir şeydi; özgürleşmek gibi bir şeydi. Dindarların çoğunluğu mağdur ve mazlum durumundaydı. Bir Kemalist duvarın derisinde mahkum tutulmuşlardı. Dolayısıyla, dindarlar arasında farklılık görünmezleşmişti. AK Parti'den bağımsız olarak koalisyon kültürel politik koalisyonları oluşturdu; buna dindar olmayan demokratlar da dahil oldu. Eski Türkiye'nin politik geçerliliği çöktü. Böylece Kemalist laik Cumhuriyet sona erdi. Zira demokrasi sürdüğü müddetçe eski anlamdaki Kemalist laik Cumhuriyet anlayışının hayat bulma şansı yok düşüncesindeyim.

Peki, laik Cumhuriyet özelliği neydi diye bakacak olursak, belli bir azınlığın kültürel zevkini ve yaşam tarzını evrenselleştirmek isteyen ancak bunu otoriterlikle dayatan bir azınlığın kültürel otoriterliğini tasvir edebileceğimiz bir laiklik anlayışıydı. Baskıcı bir laiklik, baskıyı dışlama ve dışlama pratiğini bir marifet gibi görenlerin tercih ettiği bir yaklaşımdı. Bu, laikliğin hakim özgürleştirici anlamına aykırı bir tanım ve tarzdaydı. Dolayısıyla, bu tür siyaset biçimi sona ermiştir. Şu anda geldiğimiz noktada, laik Cumhuriyet'ten Dindar Cumhuriyet'e geçmeye çalışıyoruz.

Eskiden kendisini devlet olarak tanımlayan bazı enstrümanlar çok seküler ve laikti. Tamamen din karşıtıydılar ve 28 Şubat döneminde başörtülü insanlara karşı düşmanca bir tavır sergiliyorlardı. Ancak zaman içinde bazı figürlerin, önceden tamamen İslam'dan uzak olan tiplerin bile bugün İslamcı, şeriatçı veya hilafetçi bir çizgiye kaymaları, insanın midesini bulandırıyor.

 

 

 

 

Devamı
“Geçmişten Dersler: Türkiye ve Güney Kore’nin Yolculuğu”

Bir düşünelim, geçmişte yaşanan olaylar ve kararlar bugün nerede olduğumuzu belirliyor. Örneğin, 1970’lerde Türkiye’de siyasi kutuplaşma ve ideolojik çatışmaların yoğunlaştığı bir dönemdi. Sağcılar ve solcular birbirlerine karşıydı, herkes diğerini vatan haini olarak görüyordu. Bu süre zarfında, birçok insan hayatını kaybetti ve ülke büyük bir kaos içindeydi.

Bu arada, Güney Kore teknolojik bir atılım yaparak sanayileşme kanununu çıkardı. Ancak bizim bundan haberimiz bile yoktu çünkü toplumumuzun bir kısmı komünistlere, bir kısmı ise ülkücülere odaklanmıştı. Bu nedenle, Güney Kore’nin teknolojik hamlesinden haberdar olmadık.

Peki, bu durum bize neye mal oldu? Bugün Türkiye’deki kişi başına düşen milli gelir 10.000 dolar iken, Güney Kore’de bu rakam 35.000 dolara çıktı. Eğer bizim de kişi başına milli gelirimiz 35.000 dolar olsaydı, belki de bugün terör belası ile uğraşmıyor olacaktık.

Bu durum, ülkemizin geçmişteki hatalarından ders çıkarması gerektiğini gösteriyor. Gelecekte daha iyi bir Türkiye için, tüm vatandaşların birlik ve beraberlik içinde hareket etmesi, ideolojik ayrışmalar yerine ortak hedeflere odaklanması gerekiyor. Bu sayede, Türkiye’nin de kişi başına düşen milli geliri artırabilir ve daha müreffeh bir toplum oluşturabiliriz.

Bu, hepimizin sorumluluğudur ve hepimizin bu konuda üzerine düşeni yapması gerekiyor..!

Devamı
Toplumsal Hastalıklar: Yüzeysellik, Tembellik ve Çıkarcılık

Toplumsal hastalıkların üçüncüsü olan çıkarcılık, günümüzde de hala varlığını sürdürüyor. İnsanlar, mal, servet, iktidar, şöhret ve itibar gibi maddi kazanımlar için her şeyi yapmaya hazır oluyorlar. Bu durum, insanların ideolojilerini, inançlarını ve değerlerini bir kenara bırakarak, sadece kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmelerine neden oluyor.

Yüzeysellik ve tembellik de günümüzde hala toplumun önemli sorunları arasında yer alıyor. İnsanlar, kulaktan dolma bilgilerle yetinerek, hiçbir şeyi derinlemesine araştırmıyorlar. Ayrıca, çalışmayı, okumayı ve zahmeti göze almaktan kaçınıyorlar. Bu durum, insanların sadece kendilerine fayda sağlayacak bilgileri öğrenmelerine neden oluyor.

Ancak, günümüzde bu sorunların üstesinden gelmek için birçok farklı yöntem bulunuyor. Örneğin, internet sayesinde artık her türlü bilgiye kolayca ulaşabiliyoruz. Ayrıca, kitaplar, dergiler ve diğer yayınlar da hala önemini koruyor.

Bunun yanı sıra, insanlar artık daha fazla farkındalığa sahip olmaya başladılar. Toplumsal sorunlar hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak ve bu sorunlarla mücadele etmek için birçok farklı sivil toplum örgütü kuruldu. Bu örgütler, insanların daha bilinçli bir şekilde hareket etmelerine yardımcı oluyorlar.

Sonuç olarak, yüzeysellik, tembellik ve çıkarcılık gibi toplumsal hastalıkların üstesinden gelmek için, insanların daha bilinçli ve dürüst olmaları gerekiyor. Kendimize karşı dürüst olmalı, yanlışlarımızı kabul etmeli ve başkalarına karşı da dürüst olmalıyız. Böylece, toplumumuz daha sağlıklı ve daha adil bir hale gelebilir...!

Devamı
ORTADOĞUNUN EN BÜYÜK SORUNU İSRAİL ve FİLİSTİN...!

Tarih boyunca, İslam coğrafyasında birlik ve beraberlik sağlanması her zaman zor olmuştur. Bu durum, tarihsel olaylara ortak tepki verme yeteneğini etkilemiştir. Ancak, Filistin meselesi bu coğrafyada her zaman hassas bir konu olmuştur. 1970’lerde sol partiler ve örgütler tarafından desteklenen bu mesele, zamanla daha çok din eksenli bir konuya dönüştü. Ancak, İsrail’in sivil halkı öldürmesi ve topraklarını uluslararası hukuka aykırı bir şekilde genişletmesi gerçeği değişmedi.

Türkiye, Filistin halkının yanında durarak bu durumu sürekli dile getirdi ve uluslararası arenada destek sundu. Ancak, bu destek popülist eylemlerle değil, devletler arası ilişkilerle sağlandı. Filistin yönetiminin Türkiye’nin karşısında yer almasına rağmen, Türkiye insani açıdan mazlumun yanında olmayı tercih etti.

Ancak, son zamanlarda Hamas’ın İsrail’e yaptığı saldırılar, Filistin davasını gölgelemiştir. Hamas’ın festivalde gençleri öldürdüğü ve kadınları kaçırdığı saldırılar, İsrail Hükümeti’ne dünyaya “Bakın bu barbarların yaptıklarına. İntikam alacağız ve haklıyız” mesajını verme fırsatı sağladı.

Bu durumda, Türkiye’nin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ve Dışişleri Bakanlığı’nın yaptığı açıklamalar önemli oldu. Soğukkanlı ve itidalli olmak gerektiği belirtildi. Ancak, Hamas’ın yaptığı saldırıları kınayanların “İsrail de şunları şunları yaptı, hak ettiler” şeklindeki tepkileri kabul edilemez.

İzzetbegović’in “Savaş ölünce değil, düşmana benzeyince kaybedilir.” sözü burada çok anlamlıdır. Savaşın da bir onuru vardır ve bu onur, sivilleri hedef almayı gerektirmez.

Sonuç olarak, Ortadoğu’da daha fazla kan akacak gibi görünüyor. Ancak umut her zaman vardır ve belki de bu durum, bölgedeki ülkelerin birlik ve beraberlik sağlama konusunda daha fazla çaba göstermelerine yol açabilir.

Hamas’ın sivil halka, özellikle çocuklara yönelik saldırıları kabul edilemez. Ancak, İsrail’in Birleşmiş Milletler kararlarını ihlal ederek, “yerleşim” adı altında kan ve şiddetle sınırlarını genişletmesi ve saldırıları da bir zulümdür. Bu zulmün bugünkü temsilcisi Netanyahu’dur.

Her Yahudi’nin Siyonist olduğunu söylemek yanıltıcı olur. Siyonist hareket içinde sağcılar, solcular, faşistler ve liberaller bulunmaktadır. Örneğin, İsrail’deki Haaretz gazetesi, Hamas’a karşı öfkenin kabardığı bir dönemde “felaketin sorumlusu Başbakan Netanyahu” başlıklı bir makale yayınladı. Makalede, Netanyahu’nun “Filistinlilerin varlığını ve haklarını açıkça görmezden geldiği” belirtildi.

Haaretz ayrıca, Netanyahu hakkında üç yolsuzluk dosyası bulunduğunu ve yargıyı kontrol altına almak için anayasayı değiştirmeye çalıştığını hatırlattı. Gazete, böyle bir kişinin makul bir politika izleyemeyeceğini belirtti.

Netanyahu her zaman zayıf koalisyonunu korumak için aşırı sağ şiddet politikalarına başvurmuştur.

TÜRKİYE’NİN TAVRI

Türkiye’nin İsrail’i tanıma süreci ve bu konudaki tutumu hakkında bazı yanlış anlamalar olduğunu görüyorum. Örneğin, bazıları Türkiye’nin İsrail’i ilk tanıyan ülkelerden biri olduğunu iddia ediyor. Ancak gerçekler bu iddiaları desteklemiyor.

1947’de Birleşmiş Milletler’de “Filistin’in taksimi” karar tasarısına Türkiye ret oyu vermiştir. Bu oylama sonrasında Filistin’de Araplarla Yahudiler arasında savaş çıkmıştır. İsrail 14 Mayıs 1948’de kuruluşunu ilan etti ve ABD hemen tanımıştır. Ancak Türkiye, İsrail’i tanımak için Arap dünyasının mütareke yapmasını ve durumu kabul etmesini beklemiştir.

Bu durum, Türkiye’nin dış politikasının kendi güvenliği ve geleceğini esas aldığını göstermektedir. Bu temel bir prensiptir ve bugün de geçerlidir.

Bu konulara dair fikir yürütürken sağlam bilgi birikimi gerektirir. Hamaset yerine rasyonalite her zaman ön planda olmalıdır.

Devamı
Türkiye siyasetsizliğinde rol dağılımı...!

Meşhur hikâyedir: bir zamanlar Sovyetler Birliği’nde yaşanan bir olayı hatırlatıyor. Bir Batılı araştırmacı, sosyalist bir fabrikayı ziyaret ettiğinde, işçilerin nasıl verimsiz çalıştıklarına tanık olur. Bu durumu anlamak için bir işçiye yaklaşır ve sorar: “Burada ne yapıyorsunuz?” İşçi, gülümseyerek cevap verir: “Devlet bize maaş veriyormuş gibi yapıyor, biz de çalışıyormuş gibi yapıyoruz.”...!

Bu cevap, Türkiye’deki muhalefetin durumunu da özetliyor. Muhalefet, iktidarı eleştirmek için var gücüyle çalıştığını iddia ediyor, ancak gerçekte hiçbir etkisi olmuyor. İktidar ise muhalefetin bu çabalarını görmezden gelerek kendi yolunda ilerliyor.

Ancak bu durum iktidarın rahat olduğu anlamına gelmiyor. İktidarın siyasi gücüne rağmen kültürel alanda hâlâ zayıf olduğu görülüyor. Kültürel hegemonya kavramını ortaya atan İtalyan Marksist Antonio Gramsci, iktidarın sadece zorla değil, aynı zamanda toplumun rızasını alarak da sağlanabileceğini söylemiştir.
Gramsci’ye göre, iktidarın kültürel hegemonyasını kurabilmesi için toplumun değerlerini, inançlarını ve dünya görüşünü değiştirmesi gerekir.

Türkiye’de ise iktidarın bu konuda başarılı olduğunu söylemek zor. Toplumun büyük bir kesimi iktidara karşı muhalif olsa da, muhalefetin alternatif bir vizyon sunamadığı için tekrar iktidarı tercih ediyor.
Bu durum, tarihte de benzer örneklerle karşılaşılmıştır. Örneğin, Fransız Devrimi’nden önce Fransa’da mutlak monarşi vardı. Ancak halkın büyük çoğunluğu krala karşı memnuniyetsizdi. Ancak bu memnuniyetsizlik tek başına devrimi başlatmaya yetmedi. Devrimin gerçekleşmesi için aydınların halka yeni bir dünya görüşü sunması gerekiyordu. Bu dünya görüşü, insan hakları, eşitlik ve özgürlük gibi değerleri içeriyordu. Bu değerler sayesinde halk devrim için harekete geçti ve monarşiyi yıktı.

Türkiye’de de muhalefetin böyle bir dünya görüşü sunması gerekiyor. Sadece iktidarı eleştirmekle yetinmek yerine, topluma yeni bir umut ışığı olmalı. Bu şekilde hem kültürel hegemonyayı kırabilir hem de siyasi değişimi sağlayabilir.

Devamı
Siyaset\'çi olmak, Siyaset yapmak kolay değil...!

Siyaset yapmak temiz kalmak da değil.

Siyaset yapmak, bazen kirli oyunlara katılmak, bazen de kirli oyunları bozmak demek.

Siyaset yapmak, bazen prensiplerinden ödün vermek, bazen de prensiplerine sıkı sıkıya bağlı kalmak demek. Siyaset yapmak, bazen dostunu düşman, bazen de düşmanını dost yapmak demek. Siyasetin böyle olduğunu tarih bize gösteriyor. Günümüzdeki siyasetçileri izleyin, geçmişteki siyasetçileri okuyun. Hepsi aynı şeyleri yapıyor.

Hepsi aynı şeyleri söylüyor. Hepsi aynı şeyleri yaşıyor. Siyasette değişmeyen tek şey nedir? Siyasette değişmeyen tek şey siyasetin kendisidir. Siz siyasete girmek istiyorsanız, bunları bilmeniz gerekir. Siz siyasete girmek istiyorsanız, bunlara hazır olmanız gerekir. Siz siyasete girmek istiyorsanız, bunlara katlanmanız gerekir. Siz siyasete girmek istiyorsanız, sizden çok şey beklenir. Sizden dürüst olmanız beklenir. Sizden hakkı savunmanız beklenir. Sizden adaleti sağlamanız beklenir. Ama siz bunları yapabilir misiniz?
Siz bunları yaparken kimse size destek verir mi?
Siz bunları yaparken kimse size zarar vermez mi?
Siz siyasete girmek istiyorsanız, sizden çok şey fedakarlık edersiniz. Siz dostlarınızı kaybedersiniz. Siz akrabalarınızı kaybedersiniz. Siz hayatınızı kaybedersiniz.
Siyasette temiz kalanlar var mıdır?
Siyasette temiz kalanlar vardır. Ama onlar çok azdır. Ama onlar çok zordur. Ama onlar çok özel dir. Siyasette temiz kalanlara ne olur? Siyasette temiz kalanlara ihanet edilir. Siyasette temiz kalanlara saldırılır. Siyasette temiz kalanlara öldürülür.
Siyasette temiz kalanların örnekleri nelerdir?

Hazreti Ömer’i hançerlediler.
Hazreti Osman’ı katlettiler.
Hazreti Ali’den yakınları, akrabaları valilikler istedi.
Hz. Ali bunu ret edince onu yalnız bıraktılar.
Ömer İbn Abdülaziz’i akrabaları zehirledi.
Menderes’i darbeyle indirdiler.
Özal’ı zehirlediler.
Erbakan’ı post-modern darbeyle gönderdiler..

Biz iyi siyasetçilerin gelmesini isteriz ama biz iyi siyasetçilere sahip çıkabilir miyiz?
Biz iyi siyasetçilere destek verebilir miyiz?
Biz iyi siyasetçilere hak ettikleri değeri verebilir miyiz?
Biz iyi siyasetçiyi istiyor muyuz?
Yoksa biz iyi siyasetçiyi hayal mi ediyoruz?

Devamı
KURBAĞALARA TAŞ ATMAK

Sağcılar, solcular, dindarlar, laikler, Türkçüler, Kürtçüler, teistler, ateistler, agnostikler, deistler hiçbirinizin fikrine karşı değilim ve hiçbirinizden de değilim. Şu söyleyeceklerimi lütfen doğruya ve hakikate olan sevgimin bir ifadesi olarak görün ve kabul edin.

Ne kadar iyi niyetle söylerseniz söyleyin ve sözleriniz ne kadar doğru olursa olsun onların kabulünün bir takım şartları vardır. Onları o şart ve hallerde söylemezseniz havada kalır, boşa gider.

Bir söz yüzde yüz doğru da olsa uygun kişilere, uygun zamanda ve uygun ortam ve şartlarda söylenmemişse kimseye tesir etmez. İnsanların bir kulağından girer diğerinden çıkar.

Bireysel olarak doğru ama sosyal realitesi olmayan bir gerçeği dile getirmeniz bir şeye yaramaz. Yüzlerce yıl içinde oluşmuş örf ve adetleri burada yazıp eleştirmekle etkili olacağınızı sanmak maalesef kendini kandırmaktan başka bir şey değildir.

İster bireysel ister toplumsal olsun, değişim tedricidir. Bunun şartlarına uymadan bir şey beklenmemeli. Dünyada hiçbir dini veya dünyevi lider geçmişi inkâr ederek yeni bir şey başarmamıştır.

Dünyaca tanınmış İslami araştırmacı büyük Japon bilgin Toshihiko İzutsu şöyle diyor: sırtını geçmiş büyük bir sisteme dayamadan hiçbir fikir toplumda yerleşemez ve kalıcı olamaz.

Keza pragmatizm felsefesinin kurucusu William James de insan fikir ve davranışlarındaki değişikliğin geçmişi ret ederek değil, ancak onunla uzlaşarak mümkün olabileceğini söyler.

Dünyadaki önemli değişiklikleri dikkatle inceleyenler görecekler ki, hiç kimse yeni bir şey getirdiğini söylememiş, eskiyi tadil ve tashih ettiğini, yanlışlarını düzelttiğini iddia etmiştir.

Ben şimdi çok keskin sözler söyleyebilirim ve bunlar hakikatin de ta kendisi olabilir fakat onu duyacak kulak ve anlayacak beyin yoksa insanların öfkesinden başka bir şey kazanmam.

Birisi şöyle itiraz edebilir, büyük adamlar taşlanmayı da göze alarak gerçekleri söylemiş ve hakikati dile getirmişler. Ama iki gözüm şunu unutuyorsunuz, onların attıkları taş ürkütülen kurbağalara değmiş. Attığınız taş değiyorsa siz de istediğinizi söyleyin.

Devamı
Liderinizi soğana kurban etmeyin Söylemi...!

 

Têdin edilmiş, kodifiye edilmiş İslam itikadında peygamberler dışında hiç kimse doğrudan Allah'tan mesaj alamaz..

******

Bu yüzden her kim' ki rüyada bana mesaj geldi, Peygamberi gördüm diyorsa bu onu ilgilendirir hiçbir şekilde kanıt olmaz(!) yani ilham asla Kanıt değildir...

Sayın Cumhurbaşkanımız onlar

"Kandil'den Emir alıyorlar Biz de doğrudan Allah'tan Emir alıyoruz" derken İslami bakımdan da yanlış bir cümle kullandığı kanaatindeyim,

Şöyle ki, Bir liderin yönetiminde işler iyi giderken faiz hayatın gerçeğidir söyle diye emir vermiş, Şimdi de hayır faiz NAS,tir diye emir vermiş böyle bir şey Mümkünmüdür..

"Fazllurrahman Malik" dünyada çok büyük saygı gören Pakistanlı Bir Alim, uzun süre Amerikan üniversitelerinde bir aralarda Türkiye'de ilahiyat fakültesinde ders verdi, açık fikirli İslam'da "TECDİT ve İÇTİHAD" gibi yenileşme tezlerini savunan değerli bir Alim idi, Siyasal İslamcı deyince "Seyyid Kutup" ve" Mevdudi"yi bilmeyen yoktur, Benim de onlarca kitabını okuduğum Mevdudi ile yaptığı bir konuşma var, Mevdudi her konuşmasında Pakistan'da "Allah'ın Kanunları ile yönetmek zira Allah Yanılmaz ancak beşer yanılır, beşer kanunları yoksulluk yarattı, fakirlik yarattı, geri kaldık ne zaman ki Allah'ın kanunlarını uygularsak şöyle güçlü oluruz, böyle güçlü oluruz dünyanın en büyük İmparatorluğu Biz de olur gibi vesaire, vesaire,,,

"Fazllurrahman Malik" çok önemli bir sözü var diyor ki "Sayın Mevdudi Siz Allah'ın kanunlarıyla yönetmek üzere iktidara geldiğinizde ülkeyi Allah yönetmeyecek ki yine kusurlu insanlar olarak siz yöneteceksiniz" Evet insan beşerdir ve kusurludur bu söz çok önemli bir sözdür anlayana tabii"

*******

Sıffın savaşında her iki tarafta da dönemin en ileri gelen sahabesi ve müslümanları var Hazreti Ali ve karşısında da Muaviye var bu savaş tam 3 ay sürdü 70 bin Müslüman birbirini öldürdü, Peki neden çünkü Allah yönetmiyor da ondan. Yüce Allah bize tabiat kanunları anlamında fizik kanunları anlamında, ahlaki ve itikati anlamda, kitap yani kur'an-ı Kerim'i göndererek Söyleyeceklerini söylemiş, Bundan sonrası bizim yani kusurlu insanların sorumluluğunda, o yüzden İslamın Siyasette istismar edilmesi, İslam'ın hiçbir tarihinde iyilik getirmedi,

Hazreti Ali'ye isyan eden ve sonunda Hazreti Ali'yi zındık diye öldüren hariciler diye adlandırdığımız Fanatik bir kitle var onlar

"La hükme inna lillah" (Allah'tan başka hüküm sahibi yoktur) diyerek Hz Ali'nin üzerine yürüdüklerinde,

Hazreti Ali' onlara cevaben siz "HAK BİR SÖZ İLE BATILI KAST EDİYORSUNUZ"dedi,

İster milliyetçilik, ister vatanseverlik, ister dini anlamda, istismar ve hamasetten kurtulup aklın yolundan çıkmamak gerek...!

Devamı
Millet Devlet için değildi.!!! Devlet millet içindi.!!!

Bu ilişkiyi tersine çeviren çarpıklık..

Kim teşekkür eder, kim teşekkürü kabul eder, ya da etmez, yetki ve sorumluluk sahipleri sabrı ve katkısı için halka ve depremzedelere teşekkür eder,

Geciktiği için özür diler Koordinatör valinin Gaziantep'te yaptığı gibi Devleti yönetme görevini üstlenenlerin anlayış gösterme durumunda olan iktidar tarafı olur, ancak bizde ilişki tersine çevrildi, Kaç günden beri televizyonlarda görüyoruz depremzedelere teşekkür ve minnet ettiriliyor, tersliğe bakar mısınız depremzedeye Teşekkür ve minnet ettiriliyor depremzedenin birine şu söyletiliyor 5 yıldızlı gemi gibi otelde konaklıyoruz hangi Devlet vatandaşına Bu imkanı sunar Başka devlet yok böyle dedirtiliyor gemide misafir edilen depremzedelere veya saray yavrusu çadır verdiği için devlet teşekkür ettiriliyor,,

Devleti yönetenler normalde bu ilişkilerin nasıl olması lazım depremzedenin sabrı için tahammülü için teşekkür etmesi gereken Devleti yönetenler yetki ve sorumluluk sahipleridir gecikmelerden ve eksiklerden dolayı da özür dilemesi gereken yine yetki ve sorumluluk sahipleri bu neye benziyor

"insan devlet içindir, Devlet insan için değildir" anlayışını terk etmediğimiz sürece millet olma bilincine asla erişemeyeceğiz...!

Devamı
GELECEK PARTİSİ LİDERİ DAVUTOĞLU, İSTANBUL BASINI İLE BİR ARAYA GELDİ

 

Gelecek Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu, partisinin İstanbul İl Başkanlığı’nın düzenlediği “İstanbul Basın Buluşması” programında basın mensupları ile bir araya geldi. 1453 Çırpıcı Sosyal  Tesisleri’nde gerçekleşen buluşmaya basın mensupları yoğun ilgi gösterirken Davutoğlu, Gelecek Partisi Genel Başkan Yardımcısı Dr. Selim Temurci ve İstanbul İl Başkanı Av. İsa Mesih Şahin gazetecilerin sorularını cevapladı.

“AK Parti, Bahçeli ve Perinçek’ten korkuyor”
Konuşmasında ana dilde eğitime değinen Davutoğlu, “Maalesef AK Parti iktidarı vaktinde bizim de içerisinde olduğumuz reformları, bir tanesi de Kürtçe öğretmeni yetiştirme ve Kürtçeyi yaygınlaştırma, şeklen sürdürüyor. Bahçeli korkusunda, Perinçek korkusundan devam ettiremiyor. Geldiğimizde Kürtçeye bu toprakların has dili olarak gereken hürmet gösterilecek, seçmeli ders uygulaması yaygınlaştırılacak, kimse de Kürtçe konuşmak ya da herhangi bir dil. Biliyorsunuz, Çerkezce konuşan gençlere nahoş bir şey yaşatılmıştı. Bütün diller bizim için mukaddestir çünkü diller Allah’ın insanlara bir lütfudur, nimetidir, hepsine saygı gösteren bir anlayışı hakim edeceğiz.” Şeklinde konuştu.

“Dün Özgür Özel’in söyledikleri tamamen doğru, ebabil kuşları yani pelikanlar olayı gerçektir”
Davutoğlu sözlerine, “Beni engel olarak gördüler, üç ihtiraslı kişinin öncülüğünde tatbiki bunda Erdoğan’ın haberi vardı bana darbe yaptılar. Bu darbe Erdoğan’ın talimatıyla yapıldı. Erdoğan’ın bilgisi dışında bu yapılamazdı. Dün Özgür Özel’in söyledikleri tamamen doğru, ebabil kuşları yanı pelikanlar olayı gerçektir” diye devam etti.
Programda, Genel Başkan Davutoğlu, gazetecilerin sorularını tek tek yanıtladı. Buluşma, çekilen hatıra fotoğrafının ardından sona erdi.
 

Devamı
"ANKET ÇALIŞMALARININ SON DURUMU"

Muhalefetin yaslandığı havuz %50'nin üzerinde kararsız oylar dağıtıldığında Erdoğan'a oy vermem diyenler %60'ın üzerinde iktidarla muhalefet arasındaki bu aritmetik denge muhalefetten yana olmaya devam ediyor.

Sayın Erdoğan son 2-3 aydır oylarını arttırmasına rağmen görülen o ki bu denge henüz bozulmuş değil bu konuyu analiz ettiğimizde aritmetik denge, muhalefetin lehine olsa da siyasal psikoloji yaşanan gelişmeler açısından iktidarın lehine işliyor.

Seçmenin oy verme kanaatine baktığımızda muhalefet Erdoğan'ın önünde olmaya devam ediyor, toplumun siyaset algısı üzerinden değerlendirdiğimizde Erdoğan'a oy verenlerin yaklaşık yüzde 10'u kadar bir kesimin kazanabilecek ilk potansiyel adayı olarak durmaya devam ediyor, Yani bu seçmen aslında Erdoğan'a oy vermemeyi düşünüyor,

Bu siyasal Tartışmalara baktığı zaman Erdoğan kazanabilir kanaati artmaya devam ediyor.

Seçmenin kanaatine göre muhalefetin ortak bir cumhurbaşkanı adayı üzerinden anlaşacakları kanaati çok yüksekti, Erdoğan mı kazanır rakip aday mı kazanır, Erdoğan kazanır arasındaki farka bakıldığında rakibi lehine %10,a yakın bir fark vardı ancak görünen o ki şu anda böyle bir durum söz konusu bile değil bütün bunları bir araya getirdiğimizde seçmen bu yürütülen siyasal tartışmalara bakarak kendi kişisel kanaati haricinde bir algı düzeyinde muhalefetin bu işleri doğru yürütmediğini iktidarın ise bu işleri daha iyi yönettiği bir algıya kavuşmuş durumda,

Son iki üç aylık gelişmelerde Sonuç olarak baktığımızda muhalefetin yaslandığı %60'lık havuzu göz önünde bulundurduğumuzda Aslında Önümüzdeki seçimlerin sonucu belli fakat muhalefet bu %60'lık Havuzun ne kadarını kaybedecek ne kadarını yanında Tutabilecek benim kanaatime göre muhalefet bu %60'lık oy havuzunu arkasında kanalize edemeyecek gib bir endişe oluşturmuş durumda tam da bu nedenden dolayı kararsız seçmen Erdoğan'a doğru yönelmeye başlamış durumda...!

Devamı
CUMHURİYET ve DEMOKRASİ İLİŞKİSİ...!


Hiç kuşkusuz Cumhuriyet ile Demokrasi arasında "Hibrit" bir bağlantı var,    ancak cumhuriyet ile Demokrasi arasında illiyet bağına bakacak olursak herzaman  "Determinis" olmaya biliyor.
Cumhuriyet elbette bir kazanımdır, aleyhinde değilim fakat söyler misiniz bana koyu bir mutlakıyetle yönetilen, imparatorlarına taparcasına bağlı olan, onu güneşin oğlu bilen, 20. asra kadar bizden geri olan Japonya nasıl oldu da bizi fersah fersah geçti.
19. asrın ikinci yazından itibaren her alanda başlayan modernleşme ve kültürel kalkınmayı cumhuriyet rejimi sürdürememiştir. Mübadele büyük bir hatadır. 
On beşinci asrın sonuna kadar Türk-Moğol devleti Altın Orda’nın egemenliği altında yaşayan, onlara haraç veren ve bir Moskova beyliğinden ibaret olan Ruslar nasıl oldu da bugün dünyanın üç süper gücünden biri oldu. 
Keşke bizde de bir Deli Petro çıksaydı. 
Kendi içinde bir ilerleme ve kalkınma çok fazla bir anlam ifade etmez. Başkalarıyla kıyaslamalı. Afrika’nın Huttileri, Tuttileri bile geçmişe göre bugün daha ileridedirler.  Eskiden bir eyaletimiz olan Yunanistan halkının yaşam kalitesi ve düzeyi bizden üstündür.
Altı yüz küsur yıl yaşamış büyük bir imparatorluğun mirasçısı olarak bizler bugün uçak ve helikopter almak için Amerika’nın kapısını çalmak durumunda mı kalmalıydık.
Atalarımız arasında tarafgirlik yaparak birini kötülerken ötekiyle
Övünmeyi, afra tafrayı bırakalım. Şapkamızı önümüze koyalım, nerede hata yaptık diye kendimize soralım ve acı gerçekleri kabul edelim...

Devamı
İyilik ve kötülük arasında süregelen bir kavgadır insanlık tarihi...!

Çelişkilerle dolu bu yaşamda, ne yaparsak yapalım,
kim olursak olalım,
nihayetinde yok olacak bir bedenin mahkûmu olmak,
yaşamın anlamını bulmak, içsel döngünde ''ben''e ulaşmak,
o ''ben''i insan etmek zor zanaattır..
"Ben" sonsuzluktur..Yani evrendir.
Gerçek nedir ? Gerçek varlığın tekliğidir.
Kainatın bütünlüğüdür teklik ve insan bu tekliğin bir parçası.. 
İnsan doğası, doğadan bağımsız değildir. Hayatın bir anlamı vardır.
Anlamı arayan da insandır.. Anlam katan da, anlamsız kılan da insandır.
''Ben'' kimdir?‘’Ben’’i genler mi belirler, çevre mi? Bence her ikisi.. 
Biri içsel döngü ki bu ''yaşam''dır. 
Sevgi, aşk, onur, bilgi, fedakârlık, güzellik, dayanışma, üstüne içinde bir yaşam kurmak kendine katacağın anlamdır..
Diğeri dışsal döngü ki bu ''hayat''tır, kainattır.
Hayvanların, bitkilerin, toprağın, suyun, havanın, ağaçların, dağların, okyanusların, ırmakların, yıldızların, güneşin, çiçeklerin, kuşların varlığına eşitlemektir içsel 'ben'liği. 
‘’Ben’’, bedenimizin sınırlarında mı sonlanır? Hayır.
Nefesinizi tutun 3 dakikadan sonrası beden ölümüdür..
İçimize çektiğimiz havayı da, kalbimiz kadar, ellerimiz kadar ‘’ben’’ olarak kabul etmemiz gerekir..
Bitkiler olmasa soluduğumuz hava üretilebilir mi?. 
Bitkiler de, ‘’ben’’imizin parçaları değil mi?
‘’Ben,’’ tüm bu kainatın varoluşunun tamamından ayrı ve bağımsız bir olgu olarak tanımlanabilir mi? 
İnsanı ruh ve beden olarak inceleyelim.
Kainat ve dünya ile karşılaştıralım.
Beden olarak baktığımızda doğanın tüm özelliklerinden bağımsız değil. 
Dünyanın %75 i su ile kaplı.(denizler-okyonuslar-nehirler)
İnsan vücudunun da %75 i su gerisi et-kemik-yağ. ( yeni doğan bebekte ise % 90 su yaş ilerledikçe suyun yerini yağ dokusu almaya başlar.)
Dünyada ki kara parçaları ile insan vücudunda ki et-kemik oranı eşit..
Dünyada ki su alanları ile insan vücudunda ki su oranı eşit.
Periyodik cetvelde ki elementlerin çoğu bünyemizde mevcut..
Azot-demir-magnezyum-kalsiyum-potasyum vs.. 
Bu elementlerin eksik ya da fazlalılığında beden de sorunlar çıkıyor..
Toprak da olduğu gibi.. Verimsiz toprak ile vitaminsiz insan aynılığı..
Demek ki evrende ki dengeyi ve uyumu bünyemizde taşımaktayız.
İnsanın ruhsal yapısı yada ruh hali ile doğayı karşılaştıralım..
Tüm doğa olaylarının karşılığı hepimizin ruhunda mevcut..
Mutluluğun karşılığı-doğanın yeniden yaşam bulduğu bahar mevsimi, iyi havaların başlangıcı.
Lapa lapa yağan karın görselligi dinginlik ve huzur beyazın naifliği sadeliği bir arınmışlık hissi..
Fırtınalar kasırgalar içsel kavgalarımızı depresyonu anlatmaz mı?..
Depremler kırılmalarımızı, enkazlarımızı, hayal kırıklıklarımızı dibe vuruşumuza benzemez mi?
Yanardağların lav püskürtmesi öfke patlamalarımızı yakıp yıkmalarımızı betimlemez mi?..
Sel taşkınları ise kaş yapayım derken göz çıkarmak halimize nasıl da benzer. 
Aşırı yağmur yağınca, bereket yerine sel ile toprağa zarar verir öyle değil mi? 
Yağmurlar ağlama duygumuzun karşılığı değil mi?
Çok üzüntülü olup günlerce ağlamalarımız, günlerce yağan yağmura benzemez mi.. Yağmur sonrası açan bir güneşle doğan gökkuşağı üzüntülerin ardından gelen ferahlama hissi gibi olmaz mı? Ohh içim açıldı demez miyiz?
Örnekleri daha da çoğaltabiliriz.. 
Neden kırlara dağlara yeşil alanlara toprağa yakın olduğumuzda kendimizi huzurlu hissederiz.. İçimize doğan o mutluluk hissi doğanın yüklediği enerji değil midir? 
Doğadan uzaklaştıkça iç sıkınıtısı artar bunun ne kadar farkındayız?
İnsan doğadan koptukça içinde ki ''ben''den de kopuyor.. 
Kötücül oluyor.. Gaddar ve şefkatsiz oluyor.. Bencil oluyor ironidir ''ben'' olgusundan koptukça çirkin bir bencilliğe saplanan oluyor..
Sadece fiziksel olarak değil ruhsal olarak da hasta oluyor insan.. 
Doğadan koptukça doğallığını yitiriyor insan..
O halde doğaya uygun yaşamak her bakımdan doğal yasamak hedef olmalı insanı iyileştirmek adına..
Doğadan ve doğal olmaktan uzaklaştıkça insan,
huzursuz, mutsuz, pesimist oluyor..
Gittikçe kendine yani ''ben''e yabancı olmanın hırçınlığında, insan canavarlaşan ruhsuzlaşan duyarsız bir canlıya dönüşüyor..
Kısaca "BEN" yaradandır..Doğadır-Kainattır..Sonsuzluktur...
''Ben'' sınırları Aklımizı aşar, tıpkı Kainat gibi.. 
Akıl işlendikçe level atlar.
Aklınızı tıpkı toprak gibi işleyin.. İşlenmeyen akıl nadas kalır..
İşlenen aklın mahsülü zeka-vicdan ve hasad sonu ''ben'' likdir..

Devamı
"Hem Mehmet Akif'çilik, hem de Abdülhamit'çiliği aynı anda yapamazsın" 

Kanuni dizisi üzerinden Kanuni dönemini, Diriliş Ertuğrul dizisi üzerinden Osmanlı'nın kuruluşunu, Abdülhamit'i TRT'deki Abdülhamit dizisinden öğrenemeyiz.
Geçmişini bilmeyen Milletler geleceğini bilemez, dedikten sonra Abdülhamit ile ilgili verilen bilgilerin de doğru olması gerekir.
*
Düyun-u Umumiye
Içeride Galata bankerlerini dışarıda tefecilere borçlanılmış dış Devletlerde Fransa ve İngiltere'ye borçlar ödenemez hale gelmiş, o borçların faizi katlandıkça katlanmış, niha'yı sonda duyunu Umumiye İdaresi kurulmuş, önce kendi alacaklarını bir plan tahsis ve tahsil etme yetkisi verilmiş, Böylece düyun-u umumiye'nin başına gelen fransız, İngiliz komiserler Osmanlı memuru statüsüne sokulmuş olsa da sonuçta bunlar İngiliz ve fransızlardı 1881'de kurulan duyun-u Umumiye 1954'e kadar Osmanlı'nın maliyesinin neredeyse ecnebi ve dış güç tefecilere teslim edilmesi ile sonuçlanmıştı,
 Hoş insaflı bakıldığında Bunun tek sorumlusu Abdülhamit değildir Tabii ki, Ancak 33 yıllık bir yönetimin Bundan hiç sorumluluğunun olmadığı söylemine doğru dönemez Çünkü duyunu Umumiye dönemi onun döneminde kurulmuştur,
Sonuçta her ne olursa olsun
Abdülhamit hatası ve sevabı ile tarihe mal olmuş bir devlet büyüğümüzdür..
Resmi tarihin yanlışları, gayri resmi tarihin anlatılarını doğru yapmıyor, kulaktan dolma bilgilerle böyle çıkıp büyük iddialarda bulunmamak gerekir,,
Içinden geçtiğimiz bu sıkıntılı günlerden nasıl çıkacağımızı hesap edeceğimize 100 Yıl öncesini tartışıyoruz madem doru olanı konuşmak gerekir...
Bugün vatan, millet, Hürriyet şairi bildiğimiz Aydınlar, yazarların çoğu Abdülhamit'ten memnun değildiler, ittihatçılardan memnun olmayanlar yani İttihat karşıtları, İttihat karşıtlığından dolayı geliştirdikleri bir Abdülhamit sevgisi var,  Abdülhamit'e olan sevgi ittihat nefretinden.
Mehmet Akif, Namık Kemal, Saidi Nursi gibi ve bir sürü din alimleri de Abdülhamit'ten hoşnut değillerdi, karşıtılar sonrasında ittihatçıların yaptıklarını görünce 30 yıldır Abdülhamit'in askıya aldığı meşrutiyeti 1908'de yürürlüğe soktukları için pişman da değildiler.
Mehmet Akif'in can dostu Edirnekapı şehitliğinde Akifle  mezarları yan yana yatan Akif'in en yakın ve sadık dostu "Süleyman Nazif" Mehmet Akif diye bir kitap yazdı, ilgilenenler o kitaba bakabilir
Bu kitapta anlatıya baktığımızda
"Hayır ittihat dönemini gördükten sonra, düşman çizmesi gelip İstanbul'a ayak bastıktan sonra pişman olduk Abdülhamit'i arar olduk falan değil, Tam tersine bugünün karanlığını Abdülhamit döneminin İstibdat rejimi oluşturduğu" yazıyor
yani ittihattan memnuniyetsizlik ittihat'ın geçmişi aratması geçmişi iyi yapmadı Biz de ondan pişmanlık duymadık diye açık beyanları var, 
kitap ortadadır Akif'in onayıyla yayınlanmış neredeyse tek biyografisidir.
"Yine Mehmet Akif'in Safahat kitabına  baktığımızda Abdülhamit ile ilgili söyledikleri yenilir, yutulur şeyler değil, Zehir zemberek söylemleri var" Ben bile buradan o yazıları yazmaya imtina ederim,
*
Abdülhamit çok büyük bir Batı hayranıydı Türk sazlarını bile sevmezdi, vefatından önce 1918'de verdiği bir röportajda "Bayram Bilge Toker" Osmanlı saray müziği ile ilgili yazdığı kitapta, orada gazetenin Köprü bile var zurnayı sevmeyen, piyano, Batı sazları, opera Seven Batı kültürünü tercih eden birisi olduğunu anlayabiliyoruz.
Yani buradan baktığımızda hem Batı karşıtlığı yapacaksın, hem de Abdülhamit hayranlığı yapacaksın, hem Mehmet akifçilik yapacaksın bu çelişkilerin hepsini aynı tezgahta satmak mümkün değil.
Bunları yazdıktan sonra şöyle bir baktığımda "Süleyman Nazif"ten Akif'i kim okur, kabrine gidip de kim dua eder, ya da "Bayram Bilge Toker"in binbir emekle yazdığı kitabını kim alıp da okuyacak, Osmanlı'nın Batı ile ilişkilerini kim anlamaya çalışacak...!
Ben bunları yazarken açıkçası tarihi büyüklere ne Haksızlık edilmesini ne de olduğundan farklı gösterilmesini Doğru bulmuyorum...!

Devamı
AK PARTİ'NİN SEÇİMDEKİ MATEMATİK OYUNLARI MUHALEFETİN SİYASETSİZLİĞİ..

Ülkemizde bu denli polarizasyonun olduğu, kimlik siyasetinden, kutuplaşmadan kurtulabilmesi için demokratikleşmeye toplumsal barışa yeniden biz duygusunu inşa etmeye kimlikleri Aşan yeni bir sisteme ihtiyacıımız var.
Asgari müşterekler masası olan 6'lı partiye baktığımızda ise jakoben bir bakış açısı var bu kadar önemli bir makama öyle birini seçelim ki 5 yılda ülkeyi yeniden tanzim edelim, Cumhuriyet 80 yıl boyunca kendi kimliğine göre toplumu dizayn etti, huzur buldukmu,? bulamadık, Son 20 yıldır Tayyip Erdoğan ülkeyi tek başına yönetiyor tanzim ediyor, kendi kimliğine göre huzur buldukmu,? bulamadık, demekki meselemiz bir kimliğin iyisi doğrusu güzeline göre bir hayat tasarlamak toplum mühendisliği yapmak değil meselemiz bu Kadim coğrafyanın genlerinde olan bu çoğulculuğu hayata geçirecek yeni bir demokratik Nizam kurmak,


MUHALEFETİN İKİNCİ BÜYÜK AÇMAZI...
28 Şubat mutabakatını gündeme getirememesi, toplumsallaştıramaması. 28 Şubat’ta altı liderin imzaladığı ilkeler manzumesi üzerine ben henüz herhangi bir partinin toplantısını, konferansını görmedim. Partiler bu mutabakattaki ilkeleri kendi parti kurullarına, örgütlerine, il ve ilçe başkanlarına anlattılar'mı, seçmene o ilkelerin ne anlama geldiğini anlatma çabasına girdiler mi,? 


Muhalefet şimdilik yalnızca ekonomik krizin üreteceği seçmen tepkisine yaslanmış görüntüsü veriyor. Böylesine büyük bir alt üst oluş seçmenin iktidara bakışını etkiliyor ama henüz seçmen muhalefete de dönmüş değil.


ŞİMDİLİK BAŞARILAN ALTI LİDERİN BİRBİRİNE GÜVENİ.... 
Partilerin kurumsal akıllarını oluşturacak yönetim ekiplerinin kendi içlerinde bile mutabakatları yok. Her bir partinin kendi örgütsel sorunları ya da güçlü biçimde örgütlenme eksiklikleri var. Partilerle seçmenleri arasındaki ilişki, iletişim bile sorunlu. Bu eksiklikler de seçmene yansıyor ve seçmen oyun sahasının kenarında beklemeye devam ediyor.


AK Parti'nin politikalarından rahatsız olanların sayısı yükseldi, Eskiden AK Parti'nin moral desteği oyunun çok daha üstündeyken Bugün AK Parti'nin moral desteği oyunun altına düştüğü aşikar, bugün AK Parti yüzde 32-33 oy alıyorsa Seçmen "kaht-ı rical'den" kerhen oy veriyor.
2007-2008 de böyle değildi, yüzde 60,a yakın bir moral desteği oluyordu, 

AK Parti'den rahatsız seçmen Türkiye'nin gidişatının kötüye gittiğini görüyor ve Tayyip Erdoğan'ın bir şey yapabileceğini bu sorunu halledebileceğini yine Dolayısıyla tekrar destek toplayacağını bekliyorken AK Parti Hayır ben bu sorunu çözemeyeceğim O yüzden Mühendislik formüllerine başvuruyorum diyor, benden Beklediğiniz şeyi ben yapamayacağım diyor, Bunun elbetteki bir yansıması olacak seçmen bir gün bütün bu meselelerin sokakta daha konuşulur olduğunda Bu seçim yasası konuşulmaya başlanacak AK Parti iktidar olarak Temsilde adaleti bu kadar engellemeye çalışıyorsa Ortada bir sorun var demektir, kendisinin kazanacağından güveni yok demektir. 

Erdoğan Önümüzdeki birkaç ay içerisinde ekonomi gibi çok önemli netameli meseleleri toparlayamaz ise örneğin her gün yakıt yükseliyor, yağ yükseliyor, şeker yükseliyor, et’e zam geliyor, her gün hayat çok daha pahalılaşıyor istediğiniz kadar dış politikada petrolün yükseldiğini doların şu kadar arttığını söyleyin, insanlar şöyle dönüp bakıyor 2013'te petrolün varili 130 dolar iken Biz yakıtı 3-4 liraya alıyorduk Şimdi neden 20 liraya alıyoruz, demek ki ortada başka bir sorun var nedir bu sorun diye baktığımızda paramızın kıymetinin kalmamış olması 2013'te 1,5 dolar 3-4 liraya denk gelirken bugün bir buçuk dolar alıyorum 20 liraya denk geliyor Dolayısıyla alım gücünün tükenmiş olması alım gücünü toparlamama veya
toparlayamama bir belirleyen, 
Türkiye'de siyasal kutuplaşma bu denli yaşanırken ekonomi birinci belirleyen değil, belki ekonomiyi tetikleyen bir durum olabilir, 

seçmen İsyan derecesine gelmeden artık yeter karşı tarafta kim olursa olsun, oyumu ona vereyim noktasına biraz zor geliyor yani tencere iktidarları devirir Mutto'su siyasi polarizasyonun bu kadar güçlü olduğu yerlerde iyi çalışmaz dolayısı ile muhalefetin hiçbir şey yapmadan AK Parti seçmeninin kendilerine oy vermesini beklemeleri siyasi belirsizliği tetikliyor.

Doların sürekli yükselmesinin muhalefette ekonominin kötüye gitme beklentisi karşısında doların düşmesi tüm muhalefetin siyaset üretemediği adeta donduğunu gördük yani muhalefetin bir siyaseti yok, iktidarın zaafından besleniyorlar, bu hikayenin yerine kendi siyasetlerini inşa etmek ekonominin destekleyeni olarak sahaya çıkmaları gerekir bu kadar siyasi kutuplaşmanın olduğu yerde ekonomi tek başına yeterli olmaz…!
 

Devamı
Bir toplum güven üzerine ayakta durur.

İş yeri ve fabrikalar, ekonomi ve sanayi ve ticaret ancak güvenin olduğu bir yerde canlanır, gelişir, ilerler. Halk ülkeyi yönetenlerin dürüstlüklerinden şüphe ederse kimse ne iş kurar ne onu geliştirmeye ve ilerletmeye çalışır.  Bir ülkenin kalkınmasının iki temel ayağından biri yönetenlerin bilgili ve becerikli, diğeri ve en önemlisi güvenilir ve dürüst olmalarıdır.  Bugün ülke genelinde konuşulan ve tartışılan şeylerin büyük çoğunluğu bu iki esas noktayı göz ardı etmek için ortaya atılmış suni gündemlerdir. Kırk çeşit konu atıyorlar halkın önüne ve herkes onları canla başla tartışıp duruyor.  Başkaları da malı alıp götürüyor. İbn Haldun 6 asır evvel söyledi: yöneticilere olan güven gitti mi ülke fakirleşir. Kimse iş yeri açıp çalışmak, kazanmak istemez. Osmanlı neden geriledi. Çünkü ana geliri fetihlerden elde ettiği ganimetti. Ganimet bitince halkın elindekine göz diktiler. Kimse servet yapmaya çalışmadı, zengin olmadı. Çünkü hazine fakirleşince zengin olanın malı müsadere ediliyordu.  Bahanesi de var: bu kadar servet helalden kazanılmış olamaz. İyi ama senin onun elindekini alman helal mi?  İnsanlar doğuda eskiden beri çalışmadan, üretmeden başkasının elindekini zorla veya alavere dalavere ile almaya alışmışlar.

Devamı
TANRI AŞKI; İKTİDAR AŞKI; KADIN AŞKI;

Güç ve iktidar için insanların en yakınlarını bile kestiğini biliyoruz. Güç istenecek en yüksek şey midir acaba. İnsanların çoğunluğunca evet... Yüzde doksan dokuz öyledir. Hatta daha fazlası… Fakat yine de gücü ayakları altına alıp boşayanlar vardır. Bunun iki sebebinden biri kadın aşkı, diğeri Tanrı aşkıdır. 
1-Önce kadın aşkından dolayı tahttan feragat edeni anlatalım. 1936'da İngiliz Kralı seçilen 8. Edward sevdiği kadınla evlenmesine engel olduğu için tahttan feragat etti ve aşkını tercih etti. 8. Edward 1936'da Türkiye'ye de gelip Atatürk'le tanışan kişidir. 10 ay kadar krallık yapmıştır.
2-Tanrı aşkından tahtı terk eden hükümdarlar da vardır. Mesela İbrahim Edhem Belh Sultanı idi. Sultanlığı bırakıp zahidane bir hayat yaşadı. Bir derviş ve fakir olarak ömür sürdü. İbrahim Edhem belki küçük bir sultandı, bir bölgenin hükümdarıydı ama tarihin en büyük devletlerinden olan Bizans'ın bir hükümdarı da var ki, saray hayatından ve entrikalarından bıkıp tahtı oğluna bıraktı, kalan ömrünü kilisede ibadet ederek geçirdi. Fas'lı seyyah İbn Battuta seyahatnamesinde İstanbul’a uğradığında bu hükümdarı ziyaret edip tanıdığını ve sevdiğini anlatır.
İşte böyledir, güç ve iktidar her şey değildir. Onu ayaklarının altına alanlar da vardır. Bunlar dünyaya beş para kıymet vermezler. Gerçek bilgeler de hükümdarlar gibidir. 
Sinoplu Diyojen mesela kendini hükümdarlardan üstün görüyordu. Büyük İskender’i ayağına getirtti ve onun "dile benden ne dilersen" kibirli sözüne karşı: "gölge etme, başka ihsan istemem" dedi.

Devamı
Bugünümüzün Prangaları ve Koparılamayan Bağlar.?

Sürekli geçmişte yaşadığı,
olmuş bitmiş şeylerde kalan,
bunlarla kendini vareden,
acılarının başını okşayan insanlar,
en derininde kendisine acıyan zayıf insanlardır. Kendisine acıyan insan acındırır kendini. 
Bu kültürde yaşıyorsak en başta en yakınlarımız hatta anamız babamız acı ve esaret verendir.
Değil ki dost arkadaş bildiklerin vermesin. 
Kimse yoktur ki şu hayatta akraba dost arkadaş kazığı yemesin?
Oturup hergün "ben ne acılar yaşadım, bana neler neler ettiler" diyerek mi varolalım? 
Yıllarca bu acıları canlı tutarak, bu acılar ile kendini anlatmak gelişmeyen ve kendine acıyan olmaktır.
Bi farkedelim. Çünkü tekerrürdür bu oluş, çürütür özü. 
.. 
Şurada eğer hergün ne kadar iyi olduğumu, anlatmak için birilerini dilime dolarsam, bana şunu yaptılar bunu ettiler diyerek acıyı besleyen ve sömüren olursam, kin öfke ile kişiler ile uğraşırsam sakın okumayın ve onaylamayın beni.
Zira bu ruh hastası olmaktır.
Bir ruh hastasını onaylamaktır. 
Şunu çok net söyüyorum ki hergün sizleri zırıl zırıl ağlatacak kadar acı yaşadım şu hayatta. Öyle bir süsleyerek yazarım o acıları ağlarsınız. Ama bu mecralar artık gelişim için hizmet etsin bize, egomuzu tatmin etmek için olmasın.
Zira insanların ve hepimizin acılara değil, umuda ve adalete ihtiyacı var.
Varolmak da, neye ve kime göre?
Çok çok önemli bu yüzden.
Birilerini kötüleyerek ve mağdur olmanın üzerinden kim kendini var ediyorsa prim vermeyin.
Bu köşkte de olsa, gecekondu da olsa en tepede en aşağıda da olsa vermeyin. 
Çünkü başkalarını kötüleyerek varolan bir kişi zaten en başta kendine kötü davranan kişidir.
Kendi ile barışık olamadığı için başkaları hep kötüdür.
Bir insanın kendisi ile olan ilişkisi ne ise etrafı ile olan ilişkisi de o şekildedir.
Kendisi ile kavgalı olan hiçkimse ile uzun süre geçinemez.
Saymayan saygı bekler.
Sevmeyen sevgi bekler.
Kendisine kendisinin vermediği değerleri sizden bekler.
Bütünlüklü bakalım kişilere dünyaya ki bazen iyiyim ben derken kötülüğe su taşıyan, kötülüğü çoğaltan olmayalım..
İçinizde ki kötü ile bi hasbıhal edin ve haddini bildirin ona. İşte o zaman kimseye had bildirmek için yanıp tutuşmaz egolarınız..
Kimi onaylıyorsunuz, neyi onaylıyorsunuz, niye onaylıyorsunuz çok derin bakın bakalım oralara. 
İnsan olmak öyle kolay değil, ölene kadar nefsinle bitmeyen bir çaba istiyor. Kolayı seçmeyin. Kolaycılar kişilerle uğraşır.

İlyas BAĞATUR

Devamı
GÜVEN HERŞEYİ ÇÖZER...!

Bir toplum güven üzerine ayakta durur. İş yeri ve fabrikalar, ekonomi ve sanayi ve ticaret ancak güvenin olduğu bir yerde canlanır, gelişir, ilerler. Halk ülkeyi yönetenlerin dürüstlüklerinden şüphe ederse kimse ne iş kurar ne onu geliştirmeye ve ilerletmeye çalışır.  Bir ülkenin kalkınmasının iki temel ayağından biri yönetenlerin bilgili ve becerikli, diğeri ve en önemlisi güvenilir ve dürüst olmalarıdır.  Bugün ülke genelinde konuşulan ve tartışılan şeylerin büyük çoğunluğu bu iki esas noktayı göz ardı etmek için ortaya atılmış suni gündemlerdir. Kırk çeşit konu atıyorlar halkın önüne ve herkes onları canla başla tartışıp duruyor.  Başkaları da malı alıp götürüyor. İbn Haldun 6 asır evvel söyledi: yöneticilere olan güven gitti mi ülke fakirleşir. Kimse iş yeri açıp çalışmak, kazanmak istemez. Osmanlı neden geriledi. Çünkü ana geliri fetihlerden elde ettiği ganimetti. Ganimet bitince halkın elindekine göz diktiler. Kimse servet yapmaya çalışmadı, zengin olmadı. Çünkü hazine fakirleşince zengin olanın malı müsadere ediliyordu.  Bahanesi de var: bu kadar servet helalden kazanılmış olamaz. İyi ama senin onun elindekini alman helal mi?  İnsanlar doğuda eskiden beri çalışmadan, üretmeden başkasının elindekini zorla veya alavere dalavere ile almaya alışmışlar...!

İlyas BAĞATUR

Devamı
DEVLETİN HESABI İLE BİZİM HESABIMIZ

En büyük yalanı istatistikler söyler diye meşhur bir laf vardır. Peki istatistikleri kim yapıyor, devlet yapıyor tabii.

Otuz yıl devlette sağlık hizmetlerinde çalışmış, dostum olan bir amca. Bana gözlemlediklerini şöyle anlatmıştı

____Aktif görevde iken yaptığımız aşıların rakamlarını tutanağa geçirip sorumlu hekimimize götürdük. Bu nedir dedi, yahu çocuklar rakamları biraz yüksek tutun, Avrupa birliğine giriyoruz.

Ve o yıl ayrıca ilkokul ve ortaokul mezunu ebe ve hemşirelere diploma kıyağı yağıldı. Haziran ve Eylülde imtihana girerek üç ay içerisinde ilkokul mezunları ortaokul, ortaokul mezunları lise mezunu oldular..!

Biz ne kadar zeki ve çalışkan bir milletiz.

Çalışanlara ve emeklilere devlet her yıl zam yapıyor. Ne kadar zam yapıyor, enflasyon oranı kadar. Biraz da fazla veriyor. Peki, devletin verdiği enflasyon rakamlarına inanıyor musunuz?

Devlet her yıl şu kadar büyümüşüz diyor. Ülke büyümüşse biz niye küçülüyoruz, ülke zenginleşmişse biz niye fakirleşmişiz. Cebimizdeki para niye pul olmuş. Çarşıya, pazara, markete gidiyoruz rakamlar devletin rakamlarını yalanlıyor. Devletin yaptığı hesapla bizim hesabımız hiç birbirini tutmuyor.

Devletin bu matematiğinden hiçbir şey anlamadım. Hani Nasrettin Hocanın bir hikayesi var. Bir adamdan bir akça borç almış. Sonra hoca yarım akçeyi iade etmiş ve benim sana bir akçe borcum vardı kaldı yarım akçe. Şimdi sen de bana yarım akçe borçlandın pâk olduk, haydi Allaha ısmarladık demiş.

İlyas BAĞATUR

Devamı
EVRENSEL İYİ...!

Seni sana unutturan ne varsa, evren,
sen kendini hatırlayana kadar onu senden alır.
Para mı sana kendini unutturan?
Zevk mi? Güç mü? Güç arzusu mu? 
Bir başkası mı? Eş çocuk sevgili farketmez.
İdol mü, inanç mı, hırsların mı, nefsin mi?
Kariyerin, işin, makamın mı? Hangisi?
Nedir kendini kaybettiğin, kaybolduğun istencin, kendini adadığın ve unuttuğun karanlığın, güçsüzlüğünü görmeden kibirle veya korkuyla çekildiğin şey.
Evrensel oluş enerjisi şunu dayatır insana... 
Önce kendine hizmet etmeyi,
kendine sorumlu olmayı,
kendini sevmeyi ve saymayı, kendine haksızlık yapmamayı ve kendine yalan söylememeyi bil.
Esnemek yenilgi değildir, tevazu kerizlik, iyilik enayilik değildir. Buralardan çözümleme yaparak güçlenmediğinde, kendine uyanmadığında, bırakmazsan eğer sana hizmet etmeyen ve seni karanlığına çeken tutunduğun şeyleri, onları çatır çatır alırım, yıkarım yolunu tıkarım der. Mesaj budur yaşadıklarına. 
Hâlâ mı hep başkalarını suçluyorsun hâlâ mı şikayet ve bahanelere sığınıyorsun o zaman huzur yok sana.
Hamster gibi hep aynı tekerlekte döner durursun artık.
Gelişim dualiteyi aşarak matriksin dışına çıkabilmekle mümkündür. Enerjini yaratıma evirmek ve bilmek kendini. 
Elimi neye atsam her işim ters gidiyor, her türlü ilişkim olmuyor olmuyor, insanlar çok kötü, kötüler hep beni mi bulur, hiçbir şey istediğim gibi olmuyor sızlanmalarınız varsa tersine giden kendinizdir ve istediğiniz şeyler hâlâ kendiniz için değildir. Birgün çok zengin olacam isteği, çok ünlü olacam isteği, çok özgür olacam isteği altında öfke hınç varsa, birilerine üstünlük taslamak, haddini bildirmek çalışıyorsa olmaz zaten. Çünkü çalışan enerji ego ve kibirdir.
Farkını yaratmak istiyorsan farkındalığına uğramalısın.
Özgür olmak için özgün olmayı öğrenmelisin.
Tevazu ancak kendini yıktığında kapını çalacaktır.
Yıkılmadan o ham benlik ego çalışır, kompleks çalışır, kuru inat yapılır. Sonra zararı sadece kendine olsa amenna.
Etrafına olacak zararın enerji vampiri olarak.
Sıkıcı değil iç açıcı, yıkıcı değil yapıcı, inat değil esnek, sızlanan değil çözüm üreten, ağlatan değil güldüren, acıyı kullanmayan acıyla evrilen ve acıyı deviren,
dayatan değil eşitlenen, almasını da vermesini de dengeleyen, kendine sorumlu ve saygılı olmak için mücadele edenlerin yolları açıktır. Yürümeye sadece cesaret gerektir. Hâk ile..

Devamı
HAYVANLARIN BATIL İNANÇLARI YOKTUR

---Şartlar çok ağır olduğunda insanlar hayale, fanteziye, dogmaya, batıl inançlara sarılmak ihtiyacı duyuyor. Realite ile doğrudan karşılaşmak ve ona dayanmak her zaman mümkün olmuyor. Bütün bunlar insanın hayata intibak mekanizması, güçlük ve zorluklar karşısında ayakta durmak çabasıdır. Cevat Şakir Kabaağaçlı bir yöre halkını anlatırken "onların garip inançları vardı, çünkü garip olaylar yaşıyorlardı" der.
---Ekol sahibi antropolog B. Malinovski ilkeller arasında 3 yıl fiilen yaşamış, dillerini öğrenmiş. Onları çok iyi tanımıştır. Der ki: ilkellerin hem bilimleri, hem batıl inançları vardır. İlkel sebzesini yetiştirirken, sandalını yaparken bilimini kullanır ama denizde fırtına çıkarken doğaüstü güçlerden yardım bekler; dualar, tılsımlar okur.
---Malinovskiye ve onun hocası J. Frazer'e göre temelde ilkel ile modern insan arasında fark yoktur. İnsanlar güç yetiremediği durumlarda hiç akla mantığa sığmayan acayip şeyler yapabilirler. İnsan mantıklı bir varlık değildir (Bergson da bu kanıdadır).
---Bir gazetede okumuştum. Londra’da her yıl binlerce siyah kedi uğursuz diye sokak aralarında geceleri katledilir. İnsanlar 13 rakamını uçak koltuklarına koymazlar.  Realite, akıl, gerçek ve gerçekçilik güzel bir şeydir. Ama insan zayıf ve güçsüz bir varlıktır. Doğrudan yakıcı gerçeğin hakkından gelemez. Onu biraz karatmaya, hafifletmeye çalışır.
---Mevlana’nın Mesnevi’yi dikte ettirerek yazdırdığı kâtibi ve sırdaşı Hüsamettin çelebi ona gerçeği hep remizlerle, sembollerle, dolaylı yollarla anlatması yerine doğrudan anlatmasını ima ederek şu sözü söyler: ben güzelle gömleksiz yatmak isterim. Mevlana buna şöyle karşılık verir. İste ama gücün yettiği kadar iste. Bir ot bir dağı kaldıramaz, güneş eğer biraz yaklaşsaydı dünyayı yakar kül ederdi.

Devamı