Toplumsal aşınmalar arttıkça, ülkedeki sorunlar daha da derinleşmekte. Bir ülkede kayıtsızlık, vurdumduymazlık, adamsendecilik, bencillik artış gösteriyor; "benden sonra tufan" anlayışı sinsice toplum bileşenleri arasında yaygınlaşıyorsa, bu tip toplumlarda yaşamın her katmanında hem deregülasyon (kuralsızlaştırma) hem de olan bitenin kanıksanması kaçınılmaz olur. Modern toplumlarda hayat iç içe geçmişlik gösterdiğinden, bir yanda başlayan dejenerasyonun (yozlaşmanın), bununla doğrudan bağlantılı sahalara yayılması içten bile değildir.
Türkiye’de insanların dikkatlerinin dağıtılması ve algı oyunlarının sıklıkla kullanılması, hakikatler çerçevesinden bakıldığında, ortada duran problemlerin etraflıca tahliline imkân verilmemesine neden olmakta. Son yıllarda, özellikle Covid-19 esnası ve sonrasında ekonomideki görünümümüz negatife döndü ve negatif bazda seyretmeye de devam ediyor. İşte bizim gibi hâlen gelişmekte olan ülkelerde yapılan en mahirce şey, özellikle siyasetçiler açısından ya da siyasî iktidar tarafından, olan bitenin üzerinin sürdürülegelen “anlatılar” ile perdelenmesidir.
Türkiye’de iktidar değişti. Evet, kabul. 3 Kasım 2002 tarihi, Türk Demokrasi tarihi açısından bir “kırılma noktası” idi. Ama bu gerçekten de bir dönüm noktası mıydı, yoksa ülkemizde siyasetin yeniden biçimlendirilmesi arifesinde, bu işe koyulanların yurdum insanının görmesini istedikleri mi böyleydi? Türkiye’de bir kırılma oldu, çevreden merkeze bir siyasî hareket oldu. Yıllarca bu ülkede kenarda kıyıda “tutulan” yurdum insanları, maneviyat ve siyasal düşünce noktasında kendilerine yakın buldukları bir parti vasıtasıyla merkeze taşındılar.
Türkiye’deki tuhaflıklar zaten AK Parti’nin hükümet ettiği dönemler perspektifinde zuhur ediyor. Koalisyon yapılarından bıkan necip milletimizin yıllarca süren ekonomik darboğazlardan sonra yeniden refah ve huzur vaat eden bir partiye sarılmaları, bu partinin çevresinde kenetlenmeleri; siyaset serüveninin ilk kilometre taşları çerçevesinden bakıldığında topluma umutvâr bir hava veriyordu. Eski solcusundan tut da liberaline kadar farklı kanatlardan toplum bireyleri, AK Parti iktidarını hem iktisadî temelde hem de demokratik hayat temelinde yurdumuzda köklü değişim ve dönüşüme mihmandarlık edecek politik kudret nazarıyla 2002’den bu yana sıkışma dönemlerinde destekledi.
Şimdi bakıyoruz…
2024 memleket tablosunda…
Hâlâ sığ, dogmatik ideolojik ve hayat tarzları temelinde bir partinin arkasından gidebilmekte ya da tam tersi bir başka siyasal partiye cephe alabilmekteyiz. Gerçekçi açıdan bakıldığında, artık bu kalıplara dökülen, sayfalarca tez öne sürülerek sağlaması yapılmaya çabalanan siyasal ideolojilerin bir ülkeye faydası var mı?
Bizim gibi ülkelerin aslında daha zinde ve uyanık (ayık) olması gerekmez mi? İdealler çerçevesinde bir konsensüs sağlamak daha akla yatkın değil mi? 21. yüzyılda hâlâ şekilcilik devam ediyor. Bizim insanımız alternatif şeylerden hoşlanmadığı için ve televizyon seyretmeye de bayıldığı için, karakutunun içinden gördüğünü, tamamen her şey bundan ibaretmiş ve tek doğru buymuş zannediyor.
Farklı gazetecilik yapılabileceğine inanan bazı cesur yürekli insanların, YouTube gibi mecralarda yaptıkları gazetecilik faaliyetleri de göz önünde tutulmalıdır. Tabii burada, spekülasyon yapanları ya da provokatif söylemlerle veya sorularla başka amaçlar peşinde olanları ayrı tutuyorum.
Bunlar ekstrem örnekler. Burada görüşlerini beyan eden insanlar da, bu ülkede yaşamakta ve bu ülkenin T.C. uyrukluğuna bağlı. Bu platformlarda “yurttaşlar” yaşadıkları sıkıntıları, ezaları dile getiriyorlar, yekten, şimdi moda ya trol denen bir ruh emici kitle var saldırıya geçiyor. Yaftalama üzerine yaftalama… Vatan hainliğinden tutun da nankörlüğe uzanan, işte beğenmiyorsan “şuraya git buraya git”e uzanan zehirli dille bezenen oklar.
Şu an Türkiye’de en çok ihtiyaç duyduğumuz şey, yeniden bir “vücut” olmadır. Kim ne derse desin, Türkiye’miz mahallelere “ayrıştırılmış” durumda. İşte sağcılık veya solculuk böyle bir hâle soktu bizi. Sağdan ve soldan bir terkip tesis edip ideala oluşsak ve toplumsal birlik ve bütünlüğümüzü diri tutabilsek, işte bütün mesele bu. En azından kendimizi fanatizmden, siyasal ve dinsel dogmalardan arındırarak, bir toplumsal ahenk oluştursak, ne âlâ.
Ama ne mümkün! Bizim Türk örf ve âdetlerimize has, yine maneviyat dünyamızın bizlere sunduğu güzel hasletlerimizi bir hatırlayıversek, sımsıkı kapalı tuttuğumuz ellerimizi salıversek, kesinlikle bizlerin hayrına olacaktır. Ama önce önyargılarımızdan ve nefret duygularımızdan arınacağız. Kin ve nefret ile husumet, öç almak ya da rövanşizm gibi histerilerle alınabilecek yol, ancak bataklıktır, o da bir toplum için mahvoluştur.
Çok fazla boşboğazlıktan dolayı söylemek veya yazmak istediklerimi de ıskalıyorum. Mütemadiyen ne diyoruz, yirmi birinci yüzyıldayız, işte efendim bu dönemde “böyle şeyler” olur mu diyerekten şaşakalıyoruz. Mesela ne? Hâlâ bazı insanlarda “şekilcilik” takıntısı da geçmiş değil. Zaman zaman sosyal medyada, haber sayfalarında, toplu taşıma araçlarında, yurdum insanının yine yurdum insanına hiç yakışmayan davranışlarını izliyoruz ve altına yapılan yorumları da okuyoruz. Bu ülkede hâlâ şekilcilik üzerinden bir kesimin bir diğer kesimi dışlaması ya da onu hor görmesi, normal midir? Başörtülü kadınlara yapılan sözlü tacizlerden bahsediyorum. Ve bunun özellikle bir kentimizde alışkanlık hâline getirilmesi, her tesettürlü kadınımızı hâkim ideolojinin yani AK Parti’nin seçmeni veya partizanı zannetme.
28 Şubat süreçlerinde Türkiye’deki toplumsal kutuplaşmalar ve siyasî partilerin askerî vesayet altında sanki ülkeyi idare ediyorlarmış gibi yaptıkları dönemlerde, “akıl tutulması” yaşamış, tuhaf olaylar ve hadiseler sonucunda tıpkı bugünkü günlerde olduğu gibi birbirimizden fizikî olarak olmasa da gönül olarak kopmuştuk. Koparılmıştık desek, daha mı doğru olur? Askerî vesayet ve jüristokratik vesayet altında yetişkin vatandaşlar olmamıza rağmen, bir çocuk muamelesi görüyorduk. İdeolojik angajmanlardan ötürü ve şekilciliğin esiri olduğumuzdan insan hak ve hürriyetleri ihlallerinde bizden mi, onlardan mı saikiyle tutum belirlediğimizden, çekilen ıstıraplar noktasında nedense duygu sensörlerimiz kabuk bağladığından, tepki veremez olmuştuk.
Bir mağduriyet vardı, bunu kabul etmek gerekiyor. Ve bu husus AK Parti iktidarı ve hükümetleri dönemlerinde dingin bir “anlatı” olarak hep masada bekletildi. Mağduriyet söylemlerinde sürekli bu öge üzerinden içerikler üretildi. Ama gelgelelim ki “yeni dönemde”, YENİ TÜRKİYE perspektifinde, mağduriyet ve mazlum rolleri değişti, değiştirildi. Her defasında rövanşizm duygusu içinde olmayacaklarını belirten iktidar yöneticileri, ilgili bakanlar, hatta zamanında başbakan ama şimdi Cumhurbaşkanı olan Sayın Erdoğan, muhalefet tarafında konumlanan yurttaşlarda oluşturulmuş izlenim ve hissiyatlar çerçevesinde olması gereken ya da beklenen yaklaşımları sergileyemediler. Yine bu noktada reddedilemeyecek hakikat, çevreden merkeze gelen siyasal hareketin ve onun seçmen kitlesinin “yeni merkezi” tesis etmesi ve kendisine destek vermeyen; yine bu bağlamda sosyolojik tabanıyla yaşam tarzı bağlamında örtüşmeyen kesimleri “ötekileştirmesi”. Hatta yabancılaşmanın başlaması. Peki o zaman son tahlilde 2002’de oluşturulan hava, merkezle çevrenin yer değiştirmesi gayesine matuftu da, iyimser ve umutvâr insanların saflık dolu hayallerine ne demeli?
SON YAZILAR