Ramazanın şu son günlerinde herkeste bir telaş, kimisi tuttuğu orucun derdinde kimisi bayram telaşında. Herkesin kendine göre bir ramazanı yaşama şekli var. Ülkemiz bu anlamda gerçekten oldukça renkli. Hatta alakadar olmayanlar bile ramazanı görmezden gelemiyor. Sonuçta bizler inancımızı aynı zamanda gelenekselleştirmeyi becerebilmiş bir toplumuz. Bu ne kadar doğru, tartışılır ancak benim konum bu değil.
Ramazana girdiğimiz ilk günlerde tevafuk bu ya peş peşe iki kitabın editöryal çalışmaları vardı. Biri tüm peygamberlerin hayatı, hemen hemen kronolojik sıraya göre hazırlanmış ve bilhassa gençlerin okuyup sevebileceği bir tarzda olmuş bir eser, diğeri ise hac ve umre ibadetleri yapmadan önce bilmemiz gereken önemli ayrıntıları anlatan, ayet hadis ve fotoğraflarla desteklenmiş bir kitap. Yakında her iki kitapta baskıya girecek ve okuyucuyla buluşacak. Umarım okuyucusu bol olur. ‘Bilhassa gençlerin okuması nasıl da faydalı olur.’ demekten kendimi alamıyorum ve içten içe bunu istiyorum.
Şimdi, ‘ramazanla bunun ne ilgisi var?’ diye sorabilirsiniz. Dedim ya tamamen tevafuk. Ancak bana şu duyguları yaşattı. İlkokul dördüncü sınıftayım ve elime geçen her şeyi okumaya çalışıyorum. Bizim dönemlerimizde istediğimiz her kitaba ulaşmak kolay değildi. Bu sebepten zaman zaman aynı kitabı defalarca okuduğumu biliyorum. Velhasıl böyle zamanlardan birinde elime peygamberimizin hayatı diye bir kitap geçmişti. Bugün hâlâ var zannediyorum, yayınlandığını düşünüyorum ismi Hatem’ül Enbiya oldukça kalın bir kitap ve hacimli. Tabii yaşım küçük olduğu için bu böyle. Ben de ilkokul dördüncü sınıfın yaz tatili dönemindeyim. Elimde bu kitabı kim görse, “yaşına uygun değil, daha başka şeyler okumalısın.” öğüdünde bulunuyorlar, fakat ben asıl onların neden bahsettiğini anlamıyorum ve peygamberimizin hayatını o kadar keyifle okuyorum, peygamberimize öylesine hayranım ki şu an bunları ifade edecek sözcükleri bulmakta zorlanıyorum.
Yaklaşık on yaşlarında bir çocuğun hiç kimsenin baskısı ve tesiri olmadığı halde, evinde bulunan dinini ve peygamberini ona hikayelerle anlatıp, onu sevdiren bir kitabı bulması bir şans değil elbette. Çünkü böyle bir kitabı kütüphanede bulunduran ebeveynin bir sorumluluğu olduğu düşüncesindeyim. Çalıştığım her iki kitapta da beni yeniden çocukluğuma ve o duygulara yönelten, dinini ve peygamberini tanımaya başlayan o çocuğun heyecanını yaşadım yeniden. Bu eserleri araştırarak aynı sorumluluk bilinciyle çalışan değerli arkadaşlarımızı gerçekten bu yazımda minnetle anıyorum. Her şeyin kirlendiği bir dünyada bütün kötülüklerin ve savaşların din yüzünden çıktığını ortaya atmaya çalışan kitlelerin karşısında; bu nahif, bu mahzun, bu tertemiz ve dimdik duruşu ayakta alkışlıyorum. Bugün din yüzünden çıkan savaşları kimlerin çıkardığına ve Müslümanların kutsal aylarında, hatta günlerinde çoluk çocuk demeden saldıranların aynı kitlelerin olduğunu ya da onların borazanlığını yaptığını görmezden gelmemiz imkânsız.
Çok gerilere, tarihe gitmeye gerek yok. Bugün yaşanan Filistin ve Ukrayna çifte standartına bakalım ve unutmayalım. Biz ‘Müslümanız’ dediğimiz sürece, hiçbir zaman ne batı ne diğer dinden olanlar bizimle dost olmayacak. Hatta isterseniz ‘Müslüman değilim, ateistim’ deyin. Sizin Türk kimliğinizle özdeşleşmiş dininizi batıda Hristiyan ve diğer dinler de unutmayacaklar.
Onlar ancak seni kullanabildikleri ölçüde seviyormuş gibi yapacaklar. Tabii ki bu yazdıklarımda bilmediğiniz bir şey yok. Ancak ben asıl önemli olan meseleyi yinelemek istiyorum. Çocuklarımız bizim en kıymetlilerimiz. Çocuklarımızla ilgili çok konuda eksik kalıyor, onların hızına yetişemiyoruz. Fakat bu hayati konuda, acilen yetişmek ve çocuklarımıza doğru yolu işaret etmeliyiz. Bu toplum olarak kendi olmamızın en önemli adımlarından biridir. Onlara Allah aşkını, peygamber aşkını ve dinini öğretmek bizlerin görevi. Bu konularda eksiğiz ama hiçbir şey için geç değil. Bir yerlerden başlayarak bunu gerçekleştirebiliriz.
SON YAZILAR